“İnsanoğlu, midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Bir kaç lokma belini dik tutmaya yeter. Eğer mutlaka midesini dolduracaksa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye ayırsın ve diğer üçte birini de nefes alıp vermek için boş bıraksın.”
Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibban
Sevgili genç...
Bu nasihat seninle doğrudan ilgilidir. Kaldı ki bu nasihatı öncelikle uygulamaya layık tek insan da sensin. Çünkü insan, çocukluk ve gençlik dönemlerinde ‘bedensel’ olgunlaşmanın başlangıcında olur. Yâni bedenin iç ve dış organları gelişimini tamamlayıp olgunlaşmak, yerli yerinde düzgün olmak, kuvvetlenmek ve çevikleşmek için belirli bir beslenme programına ihtiyaç duyar.
Beslenmede aşırıya kaçan veya çok fazla ihmalkar davranarak kendini zayıflıkla karşı karşıya bırakırsan, bunun etkilerini çok küçük yaşlardan itibaren görürsün. Sana hastalıklar, ağrılar ve rahatsızlıklar musallat olur. Ayrıca bütün bunların, duygu ve düşünce üzerinde de kötü etkileri bulunmaktadır. Aynı şekilde bu olumsuz etkilerin kalıtım yoluyla aile çevresinde de meydana çıkması söz konusudur.
Erken yaşlardan itibaren önlem ve tedbirini alırsan, bu kötü etkilerden ve bunların neden olacağı hastalık, ağrı ve rahatsızlıklardan korunur, sıhhatli olursun. Beden ve akıl sağlığını korur, aile çevrende afiyet üzere yaşamını sürdürürsün.
Hz. Peygamberin bu uyarı ve sakındırması mideye dâirdir. Çünkü mide hastalık yuvasıdır.
Mide yiyecek ve içecek deposu, besin fabrikası ve rahatlık ya da sıkıntı kaynağıdır. Nice tembellik, gevşeklik ve ağırlık duygusu, sevdiğin belirli bir yiyeceğe veya çok susadığın bir anda içeceğe, doymak bilmeyen bir obur gibi düşkünce ve müsrifçe atıldığın zaman sana musallat olmaktadır.
Hikaye olunur ki...
Süvarinin biri, çok önemli bir iş için çölde ilerliyoru. Elbisesi terden sırılsıklam olmuştu. Atı da ter içinde kalmıştı. Susuzluk süvarinin içini yakıp kavurmuştu... Bir müddet ilerledikten sonra uzakta bir çadır gördü. İçini kavuran susuzluk ateşini söndürecek bir içecek bulabilirim ümidiyle çadıra doğru ilerledi...
Çadırın kapısında genç bir bedevi Arap kızı onu karşıladı. Kız, yaratılıştan gelen ileri bir zeka sahibiydi. Bir bardak su getirdi. Ancak suyun yüzeyinde bir miktar çer çöp vardı... Susuzluktan içi yanan süvari suyu ağır ağır içmeye başladı. Bir yandan böyle ağır ağır suyu içerken, diğer yandan da boğazına kaçmasın diye parmak uçlarıyla suyun yüzeyindeki çer çöpleri ağzından uzaklaştırıyordu.
Adam suyu içmeyi bitirince genç kız, ona suya kanıp kanmadığını sordu. Eğer susuzluğu gitmiş ise Allah-u Teâlâ’ya hamdetmesini istedi. Fakat süvari kendisini, suyu doya doya içmekten alıkoyan çer çöpten dert yandı. Genç kız gülümseyerek ‘sendeki bu yorgunluk, ter ve susuzluğu görünce, suyun hepsini bir defada içip de kendine zarar verip eziyet etmeyesin diye onu ben kasten koymuştum’ dedi.
Süvari genç kızın zekasına ve uyanıklığına hayran oldu. Yaptıklarından dolayı teşekkür ederek oradan ayrıldı.
İşte bu Allah Resûlü’nün, aşırı susuzlukta ve diğer hallerde içeceği üç nefeste içmemizi bize sünnet kılmasıyla amaçladığı ve kastettiği şeyin ta kendisidir.
Şimdi birinin çıkıp da ‘Allah’ın Resûlü Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.) doktor muydu? Okuma yazma bile bilmeyen bir insan olduğu halde bu bilgileri nereden öğrendi? diye sorması haklı ve yerinde bir sorudur.
Bu soruya uzunca bir cevap vermek ya da ayrıntılı bir açıklama yapmak istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyeyim: ‘Bu, peygamberliktir!’ Hz. Peygambere iman eden, onu tasdik eden ve ona tabi olan insanlar için bu kadarı yeterlidir.
Sevgili genç,
Yüce Resûlün (s.a.v.) sünnetinin takipçisi olarak kendine, beden ve akıl sağlığına dikkat edip korumakla yükümlüsün.